5 Eylül 2016 Pazartesi

Alanya'daydım, büyükçe bir pastanenin önünde duruyordum.Pastanenin önünde müşteriler için ayrılmış masaların hemen yanında ipleri atmış bir taburenin üzerine çökmüş, elli yaşlarında, şalvarı yamalı, yeleğinin düğmeleri kopmuş ( bir filketeyle iki yokluğunu iliklemiş) yumurta topuk ayakkabıları turizmin cillop gibi yollarında aşına aşına yamulmuş, biri adidas öteki polo olmak üzere iki tek çorabı ayaklarına geçirmiş ( bunun ayrımına varabilecek kadar görmüş ama umursamayacak kadar tökezlemiş) şalvarının paçasını çorabın arasına sıkıştırmış bir adam, elinde yarım bir somun ve bir bardak suyla oturmuştu.(bazen ekmekten bir lokma koparıp suya batırıyordu, bundan ekmeğin dünden kalma olduğu fikrine kapılmıştım/ya da daha önceden...) 
Genç kadınların hadım erkekleri bile erekte edecek kadar alımlı geçtiği caddede, sağa sola şehvet ve günibirlik turistik sevişme mesajları kodlanırken tüm arzularını bastırmış bir sufi edasıyla sadece suyuna ve ekmeğine odaklanmıştı. Onca akılçelen etmenler arasında onun aklını çelen tek şey her lokmadan sonra kısalan ekmeğin boyutuydu.( arada bir ekmeğini göz hizasına kaldırıp bakmasından anlamıştım bunu) 
...
Pastanenin içinde birbirinden güzel pastalar, börekler, kekler camekanın raflarına dizilmişti, adam tam karşısında duruyordu camekanın. Varlık ve yokluğu yaşamın rutininde gözler önüne seren eşsiz bir o kadar da acıklı manzaraydı, gördüğüm. Böyle derin betimlemelere dalıp kendimden ve ortamdan soyutlandığım anda pastanenin sahibinin sesiyle irkildim. Pastanenin sahibi hemen çaprazında, boynunda kalın altın bir kolye, rado saat ve rayban gözlükle oturan müşteriyle diyaloğa girmişti. Muhabbet bizim sufinin üzerinden ilerliyordu. Diyalog aynen şuydu:
- Şefim kim bu dayı?
+bizim bu çarşının delisidir efendim. Böyle öğle vakitleri gelir buraya, bizde hayrımıza doyururuz karnını, ne yapalım.
-Allah hayrınızı kabul etsin, iyi iyi...
Döndüm adamın yüzüne baktım, ağzı kulaklarında, yaptığı "hayır işi" mutlu etmişti kendini. Dükkan baştan aşağı taze yiyecekler ve çeşitli içeceklerle doluyken verdiği dünden kalma yarım somun ekmek ve bir bardak suyla tüm insani vazifesini yapmışçasına arkasına yaslanıp göğsünü gere gere böbürlenebilmişti.
Nitekim bizim sufi "neden bir parça pasta ve bir bardak çay vermiyorsun?" demeyecek kadar zengin, dükkanın sahibide bunları teklif edemeyecek kadar fakirdi...
- Bwr Taş.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder